Türkiye’nin her yönü ile 90’lara döndüğü tartışmaları yürürken, hukuk sistemi ve yargı pratiği de bundan geri kalmadı. Kürdün hayatının bir rutini haline gelen gözaltı ve tutuklama furyaları aralıksız devam ederken, mahkemeler ve yeni hakimlikler ezelden devrolunan görevlerini sektirmeden devam ettirirken, Kürdistan’daki devlet katliamlarına sessiz kalarak ve hatta kimi zaman destekleyici kararlar alarak mevcuda paralel bir seyir izliyor.
Darbe döneminden sonra Kobane direnişi ile tekrar başvurulan sokağa çıkma yasakları son 6 aydır Kürdistan’daki bazı ilçelerde olağan hayat rejimi haline getirildi. Valilikler ve kaymakamlıklar içeriğinde sadece ‘…gereken karar ve tedbirleri alır’ denilen bir kanun maddesine dayanarak (5442 sayılı kanunun 11/c ve 32/ç maddeleri), kanuna ve daha önemlisi hukuka aykırı sokağa çıkma yasakları ilan ediyor. Mülki amirlerin kanunun ‘gereken tedbirler’ lafzından OHAL benzeri uygulamaları anlamak istediği için bugün Diyarbakır’ın Sur ilçesinde insanlar 34 gündür dışarıya adım atamıyor.
“Biz söyleyince olmuyor madem, mahkeme söylerse yapamazlar” deyip dava açtığımızda da mahkemeler “Yasal dayanağı yok ama devlet yapıyorsa haklıdır” anlamına gelen kararlar verdiler. Valiliğin katliam hazırlıklarının bir parçası olan sokağa çıkma yasaklarını bu kadar keyfe keder uygulamasına yine devletin hesap sorma mekanizması içerisinde, en güçlü yerde duran adalet mekanizmaları dur diyebilecekken, verdikleri kararlarla devletin sırtını sıvazladılar. Sur ve Silvan’daki sokağa çıkma yasaklarının durdurulması için Mezopotamya Hukukçular Derneği tarafından idare mahkemelerine yapılan yürütmeyi durdurma talepli başvurular, mahkemeler tarafından alay eder şekilde yasaklar kalktıktan sonra “Yasak kalktığından, yasakla ilgili karar verilmesine yer olmadığına” şeklinde kararlar verildi.
Bir umut, ‘90’lardan farklı olarak artık Anayasa Mahkemesi (AYM) var dedik. Yasak kalktıktan sonra yasak ile ilgili karar veren değil, onlardan daha ‘hakim’ hakimlerden oluşan bir anayasal haklar için şikayet kurumu var diyerek umutla Cizre ve Sur’dan başvurular götürdük.
Yaşamak istediğinizi, devletin bombası ile ölmek istemediğinizi ileri sürebileceğiniz bir devlet ya da adalet mekanizması fiilen ortada yokmuş.
Mesela, daha yenilerde kaybettiğimiz avukat Tahir Elçi, Şırnak Valiliği’nin 4-12 Eylül 2015 tarihleri arasında Cizre’deki sokağa çıkma yasağına dair kararına, orada yaşayan abisine vekaleten başvuruda bulundu. AYM, 9 gün boyunca uygulanan sokağa çıkma yasağı için; “Kendi can ve mal güvenliklerinin sağlanması için alınan sokağa çıkma yasağı” dedi, yetmedi “Ortada ciddi bir tehlike yok” diyerek başvurucunun tedbir talebini reddederek yaptığı değerlendirmede başvurucuların yasağa riayet ettikleri sürece polisin onların başlarına neler getirebileceğini ortaya koyamadıklarını söyledi.
AYM gerçeklikten uzak tümceleri tutanağa geçirirken, polis başvurucuların başlarına neler açabileceğini gösteriyordu. Anneler, evlerinin kapısında öldürülen çocuklarının bedenlerini bozulmasınlar diye buzdolaplarında saklıyor, yaralı insanların yardımına koşan hemşireler ya da 70-80 yaşlarında insanlar ekmek bulmak için sokağa çıktıklarında keskin nişancılar tarafından vuruluyordu. Ama AYM’nin iddiası en az hikmet-i hükümetten ibaretti: Sokağa çıkma yasakları insanların can ve mal güvenliklerini sağlamak içindi.
Eylül’den bugüne devlet Cizre ve Silopi’nin yanı sıra Silvan, Dargeçit, Gever gibi ilçelerde katliam pratiklerini geliştirirken, AYM de bütün bu olanları izledi. Önünde Roboski gibi yine devletin planlı katliamlarından biri ile ilgili dosya dururken, aşının ailenin rızası olmaksızın yapılamayacağını tartıştı, bu kararlarla meşgul olmayı tercih etti.
Aralık ayına geldiğimizde Cizre ve Silopi için olağanüstü hazırlıklar yapıldığını hep beraber gördük ve izledik. Valilik, devlet memurlarının ilçeleri terk etmeleri için süre vererek, onlardan boşalan yerleri özel kuvvetler ve generalleri ile doldurmaya başladı. Katliam yapma niyetleri izaha muhtaç olmayacak şekilde ortadaydı. Ölüm mangası gibi çalışan Özel Kuvvetler öldürmeye ve yok etmeye olan iştahlarını duvarlara yazarak, marşlarla duyurarak ilçelere girdi; tıpkı IŞİD gibi, yeminle ve imanla…
Ve üç aylık bebekleri, çocuklarının gözleri önünde babalarını, namaz üstünde insanları katlettiler. Devlet babaları tarafından duydukları her türlü özel savaş tekniği ve yasal koruma ve dahi cezasızlık zırhı heybelerine doldurulmuş olarak yakıp yıktılar. Tanklarla ilçelere girdiler, tanklarla insanların evini bombaladılar, tanklarla okulları, camileri, hastaneleri yıktılar, yıkıyorlar.
Devlet tankı ve topu ile yakıp yıkarken mahkemeler yine izledi. Bir hafta boyunca yerde cansız bedeniyle yatan annelerinin cenazesini alamamalarını, her türlü yaşamsal ihtiyaçtan mahrum bırakılan insanların iki haftadır nasıl hayatta kaldıklarını merak ve dert etmediler. Şehre su aktaran vanaları açmaya giden belediye işçisinin, belediyeden çıkıp gidene kadar irtibatta olduğu polisin kendisini hedef alarak ateş etmesi ile kolunu kaybetmesine göz yumdu.
“Yeter izlediğiniz, artık bir şey yapın” diyerek bu işçi için AYM’ye başvurduk. AYM ne yaptı peki? Valiliği aradı. Yandaş olmayan medya tarafından defalarca haberi yapılan, dilekçemizde tanıkları ve ayrıntıları ile an ve an aktardığımız konu ile ilgili AYM, başvurumuzda hasım olarak gösterdiğimiz, onlarca insanın ölmesi, yaralanması, aç ve hasta kalmasından sorumlu olarak belirttiğimiz Valilik’i aradı. Valilik “Başvurucunun çatışmada yaralandığını, sonra da gecikmesizin Şırnak devlet hastanesine sevkinin sağlandığını, zaten Şırnak’ta da sokağa çıkma yasağı olmadığını” söyledi. AYM, bu cevabı yeterli kabul ederek başkaca hiçbir araştırma ve inceleme yapma gereği duymadan bir karar vererek, derhal tedbir alınması talebimizi reddetti. (Bkz. İrfan Uysal ve diğerleri başvurusu)
AYM’yi sorumluluğa davet etmekte ısrar ettik ve sokağa çıkma yasağı mağduriyetleri için başka başvurular yaptık. Her seferinde AYM yine Valiliği aradı. Valilik ısrarla başvurucuları polise aratıp başvurularını sorup, derdiniz nedir diye sordurdu. Başvurucular halen tanklar ve polislerin saldırısı altındaki Cizre’nin Cudi ve Nur mahallelerinde yaşıyorken, her gün komşularını, yakınlarını sofra başında, evinin avlusunda ve kapısında öldürürken üstelik.
Yüzlerce insanın öldürülüp haftalarca her türlü insanlık dışı muameleye maruz bırakıldığı şartları incelenmeye değer görmek bir yana, buna neden olan sokağa çıkma yasaklarını onaylayacak kadar insan hakları bakış açısından yoksun olabilen AYM, bununla da yetinmeyip olağanüstü koşullarda kendisine zor da olsa ulaştırılan başvuruları insan aklıyla ve hukukla alay eder nitelikte gerekçelerle reddederek Valilik ve kolluk üzerinden başvurucuları baskı altına alıp başvurularını geri çekmelerine sebebiyet verdi.
Türkiye’de mahkeme kapıları bir bir yüzümüze kapanırken, imdada 90’larda olduğu gibi yine AİHM yetişti. Başvurumuz AİHM’e ulaştığı gibi bir saat içinde bizi arayıp gerekli belgelerin posta ile ulaşmasını beklemeden, durumun aciliyetine binaen hemen faks göndermemizi istediler. Ertesi gün de önüne giden birden fazla başvuruyu konu alan taleplerle ilgili Türkiye’den üç soru kapsamında savunmasını istedi. Binlerce kilometre öteden hep olduğu gibi yine umut oldu. AYM’nin devlete sorma gereği ve cesareti gösteremediği soruları sordu, sivil ölümlerini merkeze alarak “Sen orda tam olarak neye dayanarak, ne yapıyorsun?” dedi.
Devletin halka karşı savaşını olumlayan, insanları güvenlik güçlerinin zalim ellerine teslim eden AYM, hak ve özgürlükler dengesinde devletin safını tuttuğunu ve tutacağını ilk büyük sınavında göstermiş oldu. “Devletin beyanı esastır” dedi.
Kürtler için yine Strasbourg (AİHM) yolları taştan... (RD/HK)
* Fotoğraf: Mehmet Arif Altunkaynak - Nusaybin / AA